15 Kasım 2015 Pazar

Alevi dedeleri rakı masasında! / Feridun Nadir


Düşünsenize bu acı çektiren insanların hiçbirinin bırakın cezayı itibarlarının bile örselenemediği bir yerde yaşıyoruz. Çorum, Maraş, Sivas çözülmemiş Suruç, Diyarbakır, Ankara çözülsün istiyoruz

...

“Seyit Rıza, sehpaları görünce durumu anladı. “Asacaksınız” dedi ve bana döndü: “Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?” Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı, namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk. “Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz” dedi... Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. “Evlâdı Kerbelayıh. Bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir” dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap rap yürüdü. Çingeneyi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi.” -İhsan Sabri Çağlayangil’in anılarından

Alevi dedeleri rakı masasında düşünmek bile ne kadar renkli değil mi? Ben gördüm. Kendisi de öyle. Hakikaten rakı içen Alevi dedeleri kadar pitoresk çok az şey vardır sanırım. Düşünün ki beş alevi dedesi dinle ilgili olmayan bir buluşmalarında matrak bir sohbet yapıyorlar ve bu sohbetlerinde neredeyse herşeyden bahsediyorlar. Tipik bir rindler sofrası işte. Sonra birisi de oturup beş nefesli enstrüman için bir beste yapıyor. Temsili bir beste. Alevi dedelerin masasını tarife yeltenmiş bir beste. Bu enstrümanların her biri bir alevi dedesini temsil ediyor. O birisi tabii ki böyle çetrefilli anlatımların adamı Fazıl Say.

Alevi Dedeler Rakı Masasında, Fazıl Say’ın Yaylı Çalgılar Beşlisi’nin icra ettiği eserinin adı. Pek çok Fazıl Say eseri gibi bu da dahiyane.
Hem neşeli hem hüzünlü bu eserin Alevileri çok iyi anlattığını düşünüyorum. Alevilerin hayatı da bu kadar zulümün ortasında neşelerini kaybetmemek üzerine kuruludur.

Alevi mahalleleri

Ben Alevilerle pek çok yerde beraber oldum. Tutucu kasabaların, şehirlerin vahalarıdır Alevi mahalleleri. Fethiye’de yaşamak üzere ev bakınırken sorduğum soru şuydu: “Halktan kopuk yaşamak istemiyorum. Yaşadığım yere bir servet ödemek istemiyorum. Ama rakıma, gelenime gidenime karışılsın da istemiyorum. Bana bölge söyleyin”. Sağcısı, solcusu, zengini fakiri hepsinin cevabı aynıydı: Günlükbaşı! Günlükbaşı, yani Fethiye’nin Alevi mahallesi. Hoş şimdilerde Günlükbaşı bir küçük İngiltere oldu ayrı.

Düşünsenize memleketin ciddi bir bölümünde ‘gelenime gidenime, rakıma karışılmasın’ gibi sıradan, çok sıradan bir isteği karşılamanın yolu Alevilere yakın durmaktan geçiyor.

Alevilerin çektiği

Dersim, Sıvas, Çorum, Maraş başta olmak üzere bu ülkedeki katliamların ciddi bir bölümü münhasıran Alevilere dönüktür. Bugün de nasıl ki milliyet kaynaklı şiddet Kürtlerin başındaysa, yobazlık kaynaklı şiddet riskini de en fazla hissedenler Alevilerdir.

Alevi çalıştaylarıyla, hak tanıma sözleriyle topa giren AKP, ‘çok afedersiniz kızılbaş’ düzeyine çekmiştir problemi.

Hem Alevi Hem Zaza: Seyit Rıza

Bugün, Seyit Rıza’nın (Doğum: 1863; Lirtik köyü, Ovacık, Tunceli. İdamı: 15 Kasım 1937, Elâzığ Buğday Meydanı) asılmasının yıldönümü. Ne hikmettir ki Nazım Hikmet’in (1901) ve Sinan Cemgil’in (1944) de doğum günü.

Seyit Rıza, hem Alevi hem Zaza. Hakkındaki bütün iddiaları, bütün Dersim zulüm hikayelerini bir kenara bırakın, Seyit Rıza’nın oğlundan önce asılma isteği bile yerine getirilmemiş. Adamcağızın gözünün önünde asmışlar oğlunu. Memlekette zulüm denince akla ilk gelenlerden bir ihtiyar, bir sembol isim. Bir mahçubiyet abidesi. Yarımağaz bir itibar iadesi teşebbüsü olmuş olsa da hesabı havada kalmış bir muhterem insan.

Memleketin travması

Nasıl ki insan hayatında geçmişte yaşanan travmalar bugünkü psikolojisi üzerinde etkilidir, toplumlar da öyledir. Nasıl ki bir sevdiğiniz ölünce yasını tutmanız gerekir, tutmaz da kendinizi Xanax’larla uyutmayı tercih ederseniz acısı sonradan aheste aheste ve çok daha şiddetli çıkar, toplumlar da öyledir.

Dersim katliamıyla hiç bir şekilde yüzleşilmemiş memleketimizde orayı bombaya boğan ve övünçle Atatürk’e anlatan Sabiha Gökçen’in adı kocaman bir havalimanında. Yukarıdaki satırları yazan İhsan Sabri Çağlayangil mağaralara sığınmış Alevilere nasıl kimyasal sıktıklarını da aynı anılarda sakınmadan çekinmeden anlatır. Ve hatırlayın Hrant’ın öldürülmesine giden süreç dahi Gökçen’i statükoya uygun korumak adına başlatılmıştı.

Düşünsenize bu acı çektiren insanların hiçbirinin bırakın cezayı itibarlarının bile örselenemediği bir yerde yaşıyoruz. Çorum, Maraş, Sivas çözülmemiş Suruç, Diyarbakır, Ankara çözülsün istiyoruz.

Yarın, Silvan’daki abluka kalkabilir. Dün, Cizre’de açılan yara nasıl kapanmadıysa yarın Silvan’daki de kapanmayacak.

Dersim Katliamı ile yüzleşmemiş bir Batı’ya Silvan’da olanı biteni anlatmaya çalışıyoruz. Bırakın bunu Gezi’deki barikata direniş övgüleri dizen bir çok insanın Silvan’daki barikata terör dediğini duyuyoruz.

Rakı yazısı

Farkındasınız, kaç zamandır rakıyla başlayıp rakıyla bitirmeyi başarabildiğim bir yazı yazamadım. Elden bir şey gelmez.

Son olarak şunu söyleyebiliyorum: 1990’larda yaşamıyoruz. Her şey kayıt altında. Bu siyah günler geçecek. Utanç kalacak.

Güzel günlerin şerefine!

Feridun Nadir / BirGün Pazar


13 Kasım 2015 Cuma

Prof. Dr. Ortaş: Rakı değil insanın sahtesi öldürüyor!

Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bilimi ve Bitki Besleme Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. İbrahim Ortaş, sahte rakı nedeniyle meydana gelen ölümlerle ilgili, "Rakı değil, insanın sahtesi öldürüyor" dedi.

Türkiye'de daha önce de sahte içki nedeniyle birçok kişinin yaşamını yitirdiğini anımsatan Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bilimi ve Bitki Besleme Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. İbrahim Ortaş, ülkede sahte içkilerin yanı sıra birçok kaçak, katkı maddeli ve düşük kaliteli gıdaların piyasaya sürüldüğünü söyledi.

Tekel'in özelleştirilmesi ve içki üzerindeki vergilerin artması ile merdivenaltı içki üretiminin adeta teşvik edildiğini savunan Prof. Dr. Ortaş, "Sahte rakı içen bir kişi, bilerek çok ucuz içkiyi içtiğini söylüyor ve 'Ne olursunuz içkiyi ucuzlatın' diye sesleniyor" diye konuştu.

Herkes sağlıklı yaşamı savunmalı 

Herkesin sağlıklı beslenme ve yaşamı savunması gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. İbrahim Ortaş, şunları kaydetti:

"Hepimizin görevi, toplumu içki kültürüne teşvik etmek değil, tersine insanın sağlıklı beslenmesini savunmaktır. Ancak yerinde, zamanında sosyalleşmek için içki içilecekse de devletin denetimde üretilen sağlıklı içki içilmesi olanağı sunulmalıdır. İçki yasağı ve fiyatların artması ile kaçak üretim maalesef istenmeyen ölümlere neden olmaktadır.

Kaçak kesilen et, at- eşek eti, sahte bal, peynir, gibi bir çok gıda nedeniyle toplumun gıda tüketimine güveni kalmadı. Bütün bu sahte gıdalar insanlar tarafından üretilmektedir. Başka ülkelerde de benzeri sorunlar yaşanıyor, ancak o ülkelerde denetim ciddi yapıldığı için çok fazla sahtekarlığa müsaade edilmiyor.

Ülkemizde genelde denetim yetersiz ve işlerimiz çoğunlukla ahbap-çavuş ilişkisi ile yürütüldüğü için maalesef sağlıklı gıda bulma sorunu yaşanıyor. Kaçak içki olayında da bildiğimiz üzere maalesef insanlar çıkarı için her türlü yola başvuruyor. Görüldüğü gibi sahte rakı değil, insanın sahtesi öldürüyor."

ADANA/DHA

12 Kasım 2015 Perşembe

Yazar çizer çalarım / blog

Sevgi isteyip, çok çok kadınla beraber oldum. Hiçbir kadın beni sevemeyecek diye çok kadından az az biriktirmeye çalıştım. Çalıştıkça azaldım.

Azaldıkça ağlamadım. Rakı içtim. Erkekler ağlamaz. Rakı içer.

Rakı içmek ağlamaktan beterdir. Gözyaşı akmaz ama içinden o kadar fazla şey akar gider ki kendini bitmiş sanırsın.

Bitmediğini anladığın an bir duble rakı, biraz tütün istersin. İşte o an bu dünyada sen hariç her şeyin bittiğini anlarsın.

Ve rakısız tütünsüz bitmeyi beklersin.

yazar çizer çalarım.wordpress.com

Bir saatte rakı sofrası…

Hızlı Hazırla, Yavaş Ye ! Bir saatte Rakı Sofrası

Cuma akşamları zordur! Haftanın son günü enerjinizin son damlasını kullanırsınız. Bir taraftan haftasonuna girecek olmanın verdiği heyecan, diğer taraftan geçen haftanın yorgunluğu… Hem dışarı çıkıp bir kafa dağıtmak isteği ama bir yandan da “Acaba evde oturup ayakları sehpaya uzatsak, evde keyif mi yapsak?” ikilemi!

İşte öyle bir zamanda, enerjinizin o son kalan damlasını işte değil de, evde bir sofra kurmaya kullanabilirseniz, evde keyifli bir rakısı sofrası önereceğim. Zira biz geçen hafta aynen de böyle yaptık, iyi ki de yaptık! Biz Cenevre’de yapabiliyorsak, siz de dünyanın herhangi bir yerinde yapabilirsiniz diye düşünüyorum.
Bizdeki menü şöyleydi:

• Meze tabağı: Beyaz peynir, taze otlu haydari, kırmızı biber turşusu, cevizli kabak salatası
• Çoban salata
• Pastırmalı patlıcan
Vaktimizin az olduğunu düşünerek, az ve öz bir sofradan bahsediyoruz. Yoksa tabii daha da zaman varsa, sigara böreği ya da zeytinyağlı enginar çeşitlemeleri de elbette bu sofraya yakışır!
Gelelim hazırlıklara..

• Evde bulunması gereken malzemeler:
• Beyaz Peynir (mutlaka Ezine, mümkünse koyun olacak!)
• 500 g. süzme yoğurt
• 3-4 diş sarımsak
• Maydanoz-nane-dereotu
• 3 adet kırmızı dolmalık biber (tazesi ya da közlenmiş kavanozdaki hazır olanı -acelemiz var!)
• Kabak (2 adet) yoksa havuç ya da kereviz
• 50 g. ceviz
• 2-3 domates-salatalık
• Patlıcan (2 kişi iseniz 2 adet yeterli)
• 30’ar gram pastırma-sucuk

Hazırlama…

Meze tabağı

• Meze tabağındaki beyaz peynirler çörek otu-kırmızı pul biber-kekik ve zeytinyağı ile tatlandırın.
• Haydari için mutfak robotu/rondoya nane-maydanoz-dereotu yaprakları, ezilmiş 1 diş sarımsak, biraz tuz, 1 tatlı kaşığı zeytinyağ koyarak hepsini iyice karışana kadar çevirin… Dilerseniz üzerine biraz kuru nane ve pul biber serpiştirin. Birinci meze tamam!
• Kırmızı biberleri eğer taze aldıysanız, fırına koyarak, 200 derecede közleyin. Sıcakken alıp bir poşete koyun, terlesin, çıkarıp kabuklarını soyun. 1’er kaşık zeytinyağ ve sirke (severseniz balsamik sirke) koyarak tatlandırın. İsteğe göre 1-2 diş de sarımsak ilave edin. Bir kaba koyarak, yiyene kadar ağzı kapalı bir şekilde buzdolabında bekletin.
• Cevizli kabak salatası için, kabakları soyun rendeleyin, fazla suyunu elinizle sıkarak alın. Az zeytinyağında, bir tavada yumuşayana kadar karıştıra karıştıra pişirin. Biraz ılınınca süzme yoğurt, ezilmiş 1 diş sarımsak ve ezilmiş cevizle karıştırın. Tuz, kuru nane ve pul biberle tatlandırın. Eğer biraz daha vaktiniz kaldıysa aynısını havuç ya da kerevizle de yaparak 2’li bir tabakta yan yana koyarak renkli bir görüntü yaratabilirsiniz. Benim Pazar günü vaktim oldu, kek kalıbında üçünü üst üste dizerek daha da ilginç bir demene yaptım, çok eğlenceli oldu – 3’ü bir arada meze pastası!

Pasta meze

• Çoban salatanın tarifine gerek yok sanırım. Sadece sumak koymayı unutmayın, çok fark ediyor lezzeti!

meze tabağı ve salata

• Pastırmalı Patlıcan
Bu tarifi, son zamanlarda elimden düşürmediğim, çok başarılı bir yemek kitabından aldım: Küçücüktüm, Ufacıktım, Top Oynadım, Acıktım – Teri Roditi Aksel

Sucuklu Patlıcan

Malzemeler:

• 2 adet patlıcan
• 30 g. pastırma, 30 g. sucuk (minik minik doğranmış)
• 50 g. beyaz peynir (küp küp doğranmış)
• 2 adet domates (küp küp doğranmış)
• 1 adet kırmızı biber (közlenmiş, doğranmış)
• Zeytinyağı

Yapılışı:
• Patlıcanları şerit şerit soyun, bıçakla ortadan yarın ya da benim yaptığım gibi ikiye bölün. Tavada zeytinyağını kızdırıp patlıcanları kızartın ya da sağlıklı olalım derseniz, çok az su ile bir miktar pişirin.
• Eğer kızartırsanız, kitapta fazla yağını bırakması için şöyle bir tavsiye var: 2 bardak suyun içine 2 kaşık sirke koyun, patlıcanları bunda 15 dakika bekletin. Ben denedim, oldu!
• Fırını 180 dereceyle ısıtın.
• Domates-maydanoz-kırmızı biber-beyaz peynir-sucuk ve pastırmayı karıştırarak harç hazırlayın.
• Patlıcanların ortasını harçla doldurup, fırın tepsisine dizin. Üstü hafif kızarana kadar 10-15 dakika fırında tutun.
Böylece 1 saat içinde meze-salata-ana yemek olarak az ve öz bir rakı sofrası kurmuş olacaksınız. Şimdi de TV’nin karşısında, ayaklarınızı sehpaya uzatarak, güzel bir Türk kahvesi ile keyfe devam edebilirsiniz.

Ceylan Ayık
http://buyukkeyif.com/hizli-hazirla-yavas-ye-bir-saatte-raki-sofrasi/5048

11 Kasım 2015 Çarşamba

Rakı milli içkimiz değildir / Murat Bardakçı

Biz rakının "milli içkimiz" olduğunu zannederiz ama bizimle alakası yoktur, Arapça "arak" sözünden gelir ama Arap mı yoksa Yunan icadı mı olduğu hala tartışmalıdır ve rakı ile ilk tanışmamız 18. yüzyılda başlar.


Piyasaya sürülen sahte rakılardan can verenlerin sayısı, bu yazıyı yazdığım sırada 23'e yükselmişti.
Artık yakın geçmişi bile hatırlamamayı adet haline getirdiğimiz ve daha eskileri, mesela on sene öncesini bile tamamen unuttuğumuz için hatırlatayım: Aynı faciayı 2005 Mart'ında da yaşamış ve yine sahte rakı 21 kişinin canını almıştı!
Ben "milli içkimiz" olduğu iddia edilen ve "arslan sütü" denen rakının kokusuna bile tahammül edemem. Kaldı ki rakı ne milli içkimizdir, ne de "arslan sütü" ifadesi bize aittir!
Rakının ve bu sıfatın neyin nesi olduğunu anlatayım:
Bizlere yabancı olan rakı geçmişte tamamen başka kültürlerden ithal edilmiş ve günlük hayatımıza da oldukça geç devirlerde girmiştir! Kökeni hala tartışmalıdır, yemeiçme tarihçileri büyük ihtimalle Arabistan'da yahut Balkanlar'da doğduğuna inanmakla beraber, rakıya henüz bir anavatan bulamamışlardır ama Türk icadı olmadığı konusunda hemfikirdirler.
İSMİ BİLE TÜRKÇE DEĞİL
Zaten buram buram anason kokan bu içkinin ismi bile şimdilerde iddia edildiği gibi Türkçe değil, Arapça'dır. "Rakı" kelimesi Arapça'nın "arak" sözünden bozmadır. "Arak", "ter" demektir ve imbikten geçirilerek yapılan bütün içkilerin ortak adıdır. İçkinin temel malzemesinin damıtılma sırasında imbikte beliren ve şişelere doldurulan damlaları "terlemeyi" andırdığı için, damıtılarak yapılan bütün alkollü içkilere Arapça'da "arak" denmiş ve kelime, Türkçe'de daha sonraları "rakı" halini almıştır. "Arslan sütü" ifadesi de zannettiğimiz gibi bize ait falan değildir, Araplar'ın "arak"tan bahsederken kullandıkları "halibu'l-esed" deyiminin Türkçe'ye birebir tercümesinden ibarettir.
18. YÜZYILDA TANIŞTIK
Bu içki ile ilk tanışmamız geç devirlerde, 18. yüzyılda başlar ve rakı merakımız ancak 19. yüzyılın ortalarında yaygınlaşır. Rakı ilk zamanlarda gayrımüslimler, özellikle de İstanbul'daki Ermeniler tarafından imal edilecek, Türkiye'nin ilk rakı fabrikası ise çok daha sonraları, 1920'de, Aydın'da kurulacaktır.
"Arak" kelimesi "damıtılmış içki"nin karşılığıdır ve "rakı" ifadesinin ilk kullanılışı 17. yüzyılın sonlarına doğru Limni Adası'na, Yunanlılar'ın imalata başlamalarına uzanır.
Ama, Türkiye'nin rakı ile tanıştığı senelerde bu içkinin sahtesi sözkonusu değildir, zira Tekel varolmadığı ve rakı üretiminde serbest rekabet kuralları hakim bulunduğu için imalatçılar için önemli olan ucuzluk ve kalitedir.
Ve, birkaç küçük bir hatırlatma daha: Herhangi bir adetin "milli" özelliği taşıyabilmesi için çok eski zamanlardan itibaren kullanılması gerekir ve bugün rakı bahsinde olduğu gibi, mutfak kültürümüzde bile "milli" diye bildiğimiz daha birçok alışkanlığımızın geçmişi, sonraki asırlara aittir. Mesela kuru fasulye milli yemeğimiz falan değildir, mutfağımıza 17. asırdan sonra girmiştir, zira fasulyenin kökeni "Yeni Dünya"dır, yani Amerika'dır ve buna mukabili pastırmamızın ve kavurmamızın geçmişi, çok daha eskilere dayanmaktadır.
ÇAYI BİLE YENİ ÖĞRENDİK
"Milli sazımız" olduğu söylenen "bağlama" ile tanışmamız da yine 17. yüzyıl sonrasındadır, bağlama biçimindeki saz İran taraflarından gelmiştir ve eski metinlerde bize mahsus çalgılar bahsinde önceleri "kopuz"un, daha sonraları da "çöğür"ün isimleri geçer. Çayda da durum aynıdır ve Türkiye'deki geniş kitlelerin çay ile tanışması, ancak 1930'lardan sonradır... "
Bundan asırlar önce, yani rakının bilinmediği ve tanınmadığı devirlerde bu topraklarda yaşayanlar serhoş olmak istedikleri zaman ne içerlerdi?" diye merak etmiş olabilirsiniz...
ÖNCELERİ ŞARAP İÇİLİRDİ
Söyleyeyim: Anadolu'da hep şarap içilirdi! Üstelik şimdilerde olduğu gibi dışarıdan şarap falan getirilmemiş, gayrımüslimlere imal izni verilmiş, hatta Avrupa'ya bile ihraç edilmiş, devlet bu işten gayet iyi para kazanmış ve şarap ihracı bir zamanlar kanunnamelere kadar girmişti.
Şarabın Anadolu'daki geçmişini bu sayfadaki kutuda okuyabilirsiniz...
KANUNİ ŞARAP İÇİN KANUNLAR ÇIKARMIŞTI AMA KANUNLAR GAYRIMÜSLÜMLERE MAHSUSTU
Ana yazıda da anlattım: Rakı bizim milli içkimiz falan değildir, üstelik anasondan imal edilen rakı ile tanışmamızın geçmişi şunun şurasında bir-bir buçuk asırdır ve Anadolu'da rakıdan önce hakim olan içki şaraptır!
Osmanlı döneminde şarap bazı devirlerde yasaklanmış ve içenler ağır cezalara bile çarptırılmışlardı ama içki satışı açık yahut gizli şekilde her zaman varolmuştu. Şarap meyhaneleri hiç durmadan faaliyet göstermiş ve devlet zamanla içkiyi yasaklamak yerine bunu bir gelir vasıtası haline getirmeyi tercih etmişti.
YASAĞIN SEBEBİ GÜVENLİKTİ
Arada bir konulan yasakların temelinde dini kuralların yanısıra siyasi ve özellikle de güvenlik endişeleri vardı. Mesela, Dördüncü Murad dönemindeki meşhur içki, daha doğrusu şarap yasağı hükümdarın o senelerde giderek artmış olan yeniçeri zorbalıklarına bir son verebilmek için uyguladığı baskı ve sindirme politikasının uzantısıydı. Yasağın temelinde halkın biryerlerde biraraya gelmesine engel olma çabası vardı, içkinin yasaklanmasıyla meyhanelerde toplanılıp iktidar aleyhinde konuşulmasının önüne geçilmiş; aynı şekilde tütün de yine kahvehanelerde devlete karşı komplo kurulmasına mani olmak maksadıyla yasak edilmişti.
Ama, İstanbul'un güvenliğinin tam olarak sağlandığı dönemlerde şarap hep serbest oldu ve yasaklamalar uzun süren savaş yahut anarşi yıllarında geldi. Devletin içki konusunda asırlar boyunca devam eden temel politikası ise, hep aynı kaldı: Yasaklamak yerine, bunu bir gelir vasıtası haline getirmek...
GAYRIMÜSLİMLERE KARIŞILMADI
Bu gelirin elde edilmesi için, her zaman değişik metodlar uygulandı. Şarap içerken yakalanan Müslümanlar başlangıçta para cezası öderlerken, 1870'in ilk aylarında Türkiye'nin gündemini içki içenlere yılda 50 kuruş karşılığında "ruhsat tezkeresi" yani izin belgesi verilmesi konusu işgal etti. Derken izin belgesinden vazgeçilip "Müskirat Nizamnameleri" yani "İçki Yönetmelikleri" çıkartıldı. 7 Nisan 1886 tarihli yönetmelikte içkiden alınacak vergiler ayrıntılarıyla gösteriliyor, 14 Temmuz 1890'da ise, ihraç edilecek şarapların kalitesi ve vergileri belirleniyordu.
İmparatorluğun gayrımüslim halkı ise bu yasakların dışında idi, yani vergisini verdikleri müddetçe gayrımüsimlerin şarabına karışılmamıştı.
KURALLARA BAĞLANDI
Şarap, Kanuni Sultan Süleyman'ın kanunnamelerine de girmiş; alımı, satımı ve ihracı kurallara bağlanmıştı ama bu kanunnamelerde konu edilen şarapla ilgili herşey devletin Müslüman değil, gayrımüslim teb'ası için serbestti, Müslümanların şarap işine girmeleri sözkonusu olamazdı.
İşte, Kanuni Sultan Süleyman'ın kanunnamelerinden şarapla ilgili bazı maddeler:
-Gayrımüslimler, içtikleri şarap için vergi vermezler ama sattıkları şaraptan vergi alınır. Şarap şehrin içinde satıldığı zaman, satandan ve alandan her on ölçü için üçer akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman'ın "İnöz Kazası Kanunnamesi", madde: 5).
-Meyhane açıp kendi yaptıkları şarapları satmak isteyenlerden fıçı başına beş akçe alınır. Meyhanelerini birkaç günlüğüne kapatıp yeniden açanlar yahut hiç kapatmayanlar ister az ister çok satsınlar, fıçı başına beş akçe verirler (Kanuni Sultan Süleyman'ın "İnöz Kazası Kanunnamesi", madde: 7).
-Şarap fıçısı taşıyan gemiler şaraplarını Trabzon'da satarlarsa, her fıçıdan yirmi beşer akçe alınır. Eğer Trabzon'da değil de bir başka limana giderlerse, on beşer verirler. "Miso fıçı" denilen yarım fıçılardan beşer buçuk akçe alınır, arak fıçısından 28, yarım arak fıçısından da dokuz akçe alınır (Kanuni Sultan Süleyman'ın "Trabzon Sancağı Kanunnamesi", madde: 9).
-Gemiler limana şarap getirirlerse fıçı başına otuz akçe alınır ama Menekşe şarabı gelirse, her fıçı için altmışar akçe öderler (Kanuni Sultan Süleyman'ın "Selanik Kazası Kanunnamesi", madde: 8)

Murat BARDAKÇI

http://www.malatyaguncel.com/murat-bardakci-raki-milli-ickimiz-degildir-348126h.htm